Hiçbir kalıba sığmayan, hiçbir kurala aldırmayan ve hiç kimseye minnet etmeyen Neyzen Tevfik’in görülmemiş bir fotoğrafı… Geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet tarihinin en “nevi şahsına münhasır” şahsiyetlerinden biri olan Neyzen Tevfik, 74 yıllık hayatı boyunca herhangi bir işte çalışmadı. Neyini hiçbir zaman maddi bir kazanca alet etmedi, yalnızca kendi zevki için ve dostları için üfledi. Günlük hayatında da şiirlerinde de sözünü hiç sakınmadı. Hayatında kendisine maddî imkânlar sağlayacak kişilere iltifat etmedi, bildiği ve inandığı gibi yaşadı.
“Vatan Fedaisi” yazılı şapkasıyla Türk-Yunan Savaşı’ndan İkinci Meşrutiyet ve 31 Mart Vakası’na, cephelerde ve çalkantılı siyasi devrimlerde en ön saflarda yer alan Resneli Niyazi Bey, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen isimlerinden biridir. 3 Temmuz 1908 tarihinde sayıları 150’yi bulan asker ve gönüllülerle Sultan İkinci Abdülhamid’e karşı dağa çıkarak İkinci Meşrutiyet’in fitilini ateşleyen Resneli Niyazi, dağda bulunduğu esnada karşısına çıkan geyiği yanına almış ve “Gazal-i Hürriyet” adını verdiği geyiği gittiği her yere götürmüştür. 31 Mart Vakası sonrası çok sevdiği Resne kasabasına dönen Resneli Niyazi, Balkan Savaşları’nın patlak vermesiyle yeniden orduya katılmış, savaş sonrasında İstanbul’a dönerken, Avlonya limanında bir kavgayı ayırmak niyetiyle araya girmiş ve şaibeli bir şekilde öldürülmüştür.
Fotoğrafın arka yüzünde, dürbün başındaki subaylardan birinin el yazısıyla kaleme aldığı "Kardeşim Hamdi, düşman siperlerini ....: Cephe hayatımdan size bir sızma" ithafı yer almaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Diyanet İşleri Başkanıdır. 1860 yılında Ankara’da doğdu. İlk ve orta tahsilini Ankara’da yaptı. Arapçayı ve İslami ilimleri İstanbul’da Beyazıd Dersiamlarından Atıf Bey’den okudu ve icazet aldı. Daha sonra tekrar Ankara’ya döndü ve Fazliye Medresesi’nde müderris olarak göreve başladı. Birçok talebe yetiştirdi ve icazetler verdi. İlk memuriyetine Ankara Fazliye Medresesi’nde müderris olarak başladı. 10 Ekim 1898’de Ankara İstinaf Mahkemesi azalığına getirildi. 25 Kasım 1908 tarihinde de Ankara Müftüsü oldu. Ayrıca 1911 yılında bir süre Sivrihisar Kaymakamlığı görevini de vekâleten yürüttü. Milli Mücadele’nin ilk günlerinde Ankara’da “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”ni kurdu ve bu cemiyetin başkanı oldu. Yokluklar içerisinde düşmanla mücadeleye hazırlanılan o karanlık ve acı günlerde Mustafa Kemal Paşa ile birlikte çalıştı ve maddî-manevî büyük hizmetlerde bulundu. Bu çalışmaları sırasında İstanbul Hükümeti tarafından âsi kabul edilip, Ankara Müftülüğünden azledilerek (1920) idama mahkûm edildi. Ancak Ankara Hükümeti Rifat Efendi’yi derhal müftülük görevine iade etti. Altı ay Muğla (Menteşe) Mebusu olarak TBMM’de çalıştı. Ancak müftülük görevini tercih ederek 27 Ekim 1920’de Mebusluktan ayrıldı. 23.12.1922- 30.03.1924 tarihleri arasında Şer’iye Vekâleti Heyet-i İftaiye azalığında bulundu. 1924 tarihinde başladığı Diyanet İşleri Başkanlığı görevini, vefat tarihi olan 5 Mart 1941 tarihine kadar sürdürdü.
Abidin Dino´nun "elleriyle görmesini bilen bir ressam" olarak nitelediği, mapushane arkadaşı Nâzım Hikmet’in “Köylü ressam” lakabını taktığı İbrahim Balaban, önce bir kaçakçılığa adı karıştığı için (1937), sonra da adam öldürme suçuyla (1942) tutuklandı.Bursa cezaevinde Nâzım Hikmet ile tanıştı, onun desteği ve ilgisi sayesinde resim yeteneği ortaya çıktı ve gelişti. Resim eleştirmenlerince "Anadolu insanının yaşamından ve halk efsanelerinden yola çıkarak toplumsal gerçekçi yapıtlar üreten bir ressam" olarak tanımlandı. Resim çalışmaları dolayısıyla Nâzım Hikmet, Yaşar Kemal ve Fakir Baykurt gibi toplumcu yazarlardan olumlu eleştiriler aldı. Önceleri köy yaşamının yoksulluğunu, köylü üretim araçlarını resmeden sanatçı, giderek destanlara, halk inançlarına, kahramanlarına, söylencelere, mitolojiye uzanır. Anı, deneme, hikâye ve roman türünde eserler vermiştir.
Sultan Abdülaziz´in 1867 yılında çıktığı Avrupa seyahatinden iki yıl sonra III. Napolyon´un eşi Kontes Eugénie de Montijo (1826 - 1920), 1869 yılı Ekim ayı başında ayında İstanbul´a gelerek iade-i ziyarette bulundu. Mithat Cemal Kuntay, otobiyografik özellikler de taşıyan tek romanı “Üç İstanbul”da Adnan´ın "cinsi bir aşk" duyduğu Belkıs´la olan ilişkisini anlatır. Belkıs’ın kocası Erkanı Harp Müşiri Miralay Hüsrev Bey´in annesi,
kitapta Eugénie’nin İstanbul’a gelişini şöyle anlatır: "Üçüncü Napolyon´un karısı Eugeine İstanbul´a geldiği zaman, Türk kadınlarını mesirede görmek istemişti. Biz vükela (Osmanlı dönemindeki
hükümet üyeleri, bakanlar, vekiller) aileleri konak arabalarımızı pazar kayıklarıyla Beykoz´a geçirttik. Çayırlara şilteler serildi. Sırmalı ayvazlar, beyaz patiskalar içersinde yemek tablalarını getirdiler. Beykoz Çayırı´na bir ahşap köşk kurulmuştu; etrafı firdolayı balkon... Bu balkondan Sultan Abdülaziz, İmparatoriçe Eugeine´yle yanyana, yemeklerimiz yiyip bitirinceye kadar, bizi seyretti."
İstanbul´a gelen İmparatoriçe için taklar kuruldu ve şerefine resmi geçitler düzenlendi. Ayasofya´yı ve Pera´yı ziyaret eden Eugeine, şerefine verilen resmi geçidi izledikten sonra Beylerbeyi Sarayı´na gitti ve buradan da saltanat kayığı ile Beykoz´a hareket etti. Eugenie Beykoz Çayırı´nda kendisi için yapılan Hümayubanad Kasrı’nda, Kırım Savaşı kahramanı Serdar–ı Ekrem Ömer Paşa´nın kumanda ettiği resmi geçidi izledikten sonra Göksu´daki Küçuksu Kasrı´ndan hayranlıkla İstanbul´u seyretti. Le Monde Illustre dergisi, saray dekaratörü olarak çalışan Mr.Montani´yi kaynak göstererek ziyaret haberini okuyucularına şöyle duyurdu: "İmparatoriçe Hazretleri, Beylerbeyi Sarayı´ndan Beykoz´a kadar olan yolu Padişah ile birlikte saltanat kayığında aldı. Fransa Sefiri de aynı kayıktaydı. Majesteler üç saat sonra karaya çıktılar ve sırf bu maksatla yapılan güzel kasra gitmek üzere birlikte aynı arabaya bindiler. İmparatoriçe arabada Padişah´ın sağındaydı..." Derginin editörü, fotoğraflarla ilgili bir isim de telaffuz ediyor: "Diğer taraftan aynı mevzuda çok guzel fotoğraflar da elimize geçmiş bulunuyor. Ancak elimizde bol resim bulunduğu için bunlardan faydalanamıyoruz. Bununla beraber bu vesileyle Le Monde Illustre´yi hatırlayan Bay Sabah´a teşekkür etmeyi bir borç biliriz." Haberde teşekkür edilen Bay Sabah, Pascal Sebah Fotoğrafhanesi´nin (Pascal Sebah´ın ölümü sonrası stüdyoyu devralan oğlunun Polycarpe Joaillier ile ortaklık kurduğu dönemde "Sebah&Joaillier") sahibi Pascal Sebah (1823 - 1886) olmalı. Fotoğraf, Beykoz Çayırı´nda toplanmış kalabalığı ve özel olarak inşa edilen Hümayubanad Kasrı’nı birarada göstermesi dolayısıyla da 1869 tarihi için ilginç bir örnek. Beykoz Çayırı´ndaki bu tarihi anda şemsiyeleri ile güneşten korunan hanımlar kraliçe ve sultanı görebilmek için ahşap köşke bakıyorlar. Fotoğrafın sağ tarafındaki kupa arabasının yanındaki harem ağası fotoğraf çekildiğini farkederek objektife doğru
bakmış. Köşk ile izleyiciler arasındaki askerler ise güvenliği sağlamak amacıyla bir set oluşturmuş. Köşkün büyük balkonunda saray görevlileri, askerler ve davetliler görülürken, üst bölümünden de görevliler izleyicileri izliyor.
Fotoğrafın sağ alt köşesine el yazısı Osmanlıca "Doktor İbrahim Vasıf" notu düşülmüştür. İsmi geçen İbrahim Vasıf´ın, Türkiye´de röntgen tedavisinin öncü isimlerinden olan, Balkan Harbi döneminde birçok askerin tedavisiyle ilgilenen ve ne yazık ki tedbirsiz bir şekilde maruz kaldığı röntgen ışınlarının zararları sebebiyle genç yaşta hayata veda eden Doktor İbrahim Vasıf olma ihtimali yüksektir.