Osmanlı İmparatorluğu´nda
eğlence ve sefahatin zirve noktasına ulaştığı Lale Devri´nde Fransız elçisinin
maiyetiyle İstanbul´a gelen ve burada kaldığı yıllarda devrin tüm ihtişamını
ustalıkla eserlerine yansıtan Jean-Baptiste Van Mour´un; Charles de Ferriol ve
Le Hay'in "Recueil de cent estampes
representant differentes nations du Levant" eseri için çizdiği 102 adet harikulade gravürden
biri... Son nefesini kendisini büyüleyen İstanbul'da veren ressama asıl
şöhretini kazandıran ve Avrupada "Turquerie" adıyla Türk Modası
akımının yayılmasını sağlayan bu fevkalade eserin Şefik Atabey koleksiyonundan
çıkan bir nüshası, 29 Mayıs 2002 tarihli Sotheby's müzayedesinde 116.650
Pound'a satılmıştı.
Macar asıllı müteferrika, matbaacı, yayımcı, yazar ve çevirmen İbrahim Müteferrika, 1674 yılında Erdel Prensliği´ne bağlı Kaloşvar´da dünyaya gelmiştir. Kimi kaynaklarda 1692 ya da 1693 yılında Türkler tarafından esir olarak İstanbul´a getirildiği belirtilen Müteferrika, burada Müslümanlığı kabul ederek "İbrahim" adını almıştır. Kısa sürede zekası, çalışkanlığı ve birkaç dili konuşabilmesiyle dikkat çekmiş ve adının yanına sarayda padişahın özel hizmetleri ile görevlendirilmiş anlamına gelen "Müteferrika" lakabını almıştır. Birkaç dile vakıf olduğu için yabancı devletlerle iletişim kuran heyetler arasında da yer alan İbrahim Müteferrika, 1715´te Osmanlı Devleti´nin davetiyle Osmanlı topraklarına yerleşen Macar bağımsızlık hareketinin önderi Prens Rakoczi´nin hizmetine -tercüman olarak- verilmiştir. Macaristan´daki gençlik yıllarında matbaa işlerini öğrenmiş olan Müteferrika, Osmanlı Devleti´nde Türkçe basım yapılan bir matbaa arzusuyla matbaacılığın yararları ve gerekliliği üzerine kaleme aldığı "Vesiletü´t-Tıbâa" adlı risaleyi, dönemin sadrazamı Damat İbrahim Paşa´ya sunmuş ve matbaanın kurulabilmesi için izin istemiştir. Damat İbrahim Paşa´nın onayıyla birlikte Sultan III. Ahmed´in fermanı ve Şeyhülislam Abdullah Efendi´nin fetvası ile gereken izinleri alan Müteferrika, ortağı Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi´nin oğlu Mehmed Said Efendi ile birlikte matbaayı kurarak Osmanlı Devleti´nde matbaa kurup Türkçe kitap yayınlayan ilk kişi olarak tarihe geçmiş ve 1747´deki vefatına dek faaliyetlerini sürdürmüştür... *Bazı sayfaları profesyonel olarak restore edilmiştir. Bazı satırların altı kurşun kalemle çizilmiş, sayfa kenarlarına başlık şeklinde notlar alınmıştır.
“Karamanlıca, Karamanlı
Türkçesi” ya da “Karamanlídika” (Καραμανλήδικα),
Anadolu Türkçesinin Karamanlı / Kapadokyalı Hıristiyan Rumlar tarafından konuşulan
bir ağzıdır. Osmanlı belgelerinde “Zımmiyân-ı Karaman” ya da “Karamaniyân” adıyla
anılan Karamanlı Rumlar, dilde Türkleşmiş olmalarına karşın, yazıda Yunan
alfabesini kullanmışlardır. Yunan harfleriyle yazılmış ama dili Türkçe olan bu
eserlere de “Karamanlıca” adı verilmiştir. Müzayedeye sunduğumuz bu eser,
sayıları oldukça az olan Karamanlıca kitapların çok nadir bir örneğidir. Ön cilt kapağının köşesi kopmuş haliyle...
II. Meşrutiyet'in ilanı, Osmanlı İmparatorluğunun tüm etnik unsurları arasında çok fazla sürmeyen bir kardeşlik ve bayram havası estirmişti. 1894 - 96 olayları nedeniyle Ermenilerin "Kızıl Sultan" adıyla andıkları ve İttihatçıların da nefret ettiği Sultan II. Abdülhamid'in bu çok çok nadir afişi, devrin çok kısa süren bayram havasını mükemmel bir şekilde yansıtmaktadır.
Mefharet Hakkı Hanım, Köprülü Eşrafından Hazinedarzade İsmail Hakkı Bey’in kızıdır ve 1927 yılında bir uçak kazasında çok genç yaşta hayatını kaybetmiştir. Ailesinin Hanedan üyeleriyle olduğu kadar, devrin edipleriyle de yakın olduğu anlaşılıyor. İşgal yıllarında yazıldığı anlaşılan yazılar samimi bir üslupla kaleme alınmış. 40 sayfası yazılı ya da resimli olan defter, 48 filigranlı kalın kâğıt yapraktan oluşuyor. 15 Osmanlıca, 19 Fransızca yazı ve 6 resim bulunan deterde 38 farklı imza bulunuyor. Defterde “Nazım” imzasıyla yazılmış yazının; yazarının Feneryolu’nda oturması, Fransızca bilmesi, ileriki yıllarda olduğu gibi “Nazım” imzası kullanması, yaş olarak da denk düşmesi (biraz da âşık tabiatı!) itibariyle, çok büyük olasılıkla Nazım Hikmet’e ait olduğu düşüncesindeyiz.
“Sevgili ailenle bahtiyar,
viran vatanına ve ölmeyecek yüksek milletine edeceğin hizmetle medar-ı
iftiharımız ol.” (Şehzade Ömer Faruk) “Size burada bir masal söyleyeceğim. Bir
varmış bir yokmuş. Günlerde bir gün “Laman” gölü, kendine benzeyen Boğaziçi’ni
davet etmiş…” (Sami Paşazade Sezai) “Şu dakikada, kalemi elime alırken, bilsen
kızım, ne garip bir tereddütle lerze-şiarım…” (Halid Ziya) “Herkes ne derse
desin, ne lügatler paralarsa paralasın ve ne hikmetler saçarsa saçsın, sen
beni, sade ruhlu, basit akıllı amcanı dinle: aile hayatında üç mühim iş vardır
ki onları temin saadeti tesis eder: …” (Refik Halid) “Öyle zannediyorum ki
hayat bir hayal olmadığı gibi memat da bir rüya değil…” (Prens Sabahaddin) “Mefharet
Hanım bana müstakbel bir Türk kadının ne olacağını tebşir etti…” (Ağaoğlu
Ahmed) “Çok Sevgili Mefaret, Senin defterine bir şeyler karalamadan önce bizim
evde kaldığın kısa süre içinde seni tanıyan bazı kişilerin düşüncelerini
toplamak istedim. Hepsinin müşterek fikri şu: O çok sevimli bir kız!...” (Nâzım
Hikmet)
Mim Kemal Öke (1884 - 1955), Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'den Hekim Yüzbaşı rütbesiyle ile 1919 yılında mezun oldu. Trablusgarp Savaşı'nda gönüllü olarak Derne Cephesi'nde görev aldı. Kurtuluş Savaşı'nda Ankara Cebeci Merkez Hastanesi binasında görevini sürdürürken ağır yaralılar için Kızılay Hastanesi'ni kurdu. Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümüne kadar onun sağlığı ile yakından ilgilendi.
1930 - 1932 yılları arasında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası Büyük Üstadı olarak görev yapan ve bu dönemde Loca içinden bazı eleştirilere de hede olan Mim Kemal Öke, Loca'nın sitesindeki ifadeyle "o günkü siyasal ortam nedeniyle" bu görevden istifa etmek durumunda kalmıştır. Mim Kemal Öke'nin; çoğu Osmanlıca el yazısıyla ve hemen hemen hepsi masonlukla ilgili olmak üzere, tamamı dolu 11 deter ve bloknot, bir ajanda (günlük?) ve yüzlerce sayfa yazıdan oluşan evrakının içinde gizli toplantı zabıtları, konuşma metinleri, savunmalar, tartışmalar, mektuplar bulunuyor.
"(Atatürk) ... hatta Ankara Locası'na mühim miktarda yardım etmekte idi..." "Namık Kemaller, Ahmed Rızalar, Talat Paşalar, ... da vatan ve hürriyet uğruna kendilerini feda eden birer m... değil miydi?" "Ketum Üstadlarım, M. Kemal kardeşin ritüellerimizi modernize etmek hususundaki..." "(Mim Kemal) kardeşimizin hanesinde verilen bir çay ziyafeti esnasında (Servet Yesari) Üstadın istifaya daveti hakkında..." "Bu isnada karşı lakayt kalabilirdim, hemen istifa ederdim, çekilirdim; bilirsiniz ki ben Büyük Amirliğe intihap ettiğiniz gün..." "Mason olmak için İslam dinini terk etmek şarttır, diyorsunuz..."
27 Mayıs Darbesi'ni gerçekleştiren ekibin Kurmay Heyeti içinde olmasına karşın, Madanoğlu ekibi tarafından tasfiye edilerek sürgüne gönderilen 14 MBK üyesi içinde olan Alparslan Türkeş'in, gün ışığına çıkmamış dört mektubu...
Mektuplardan ilki, 12 Eylül 1961 tarihinde, "Sayın 13 Kasım Komitesi Üyeleri" hitabıyla Yeni Delhi'den gönderilmiş. İçeriğinde, Cemal Gürsel'e gönderilmiş olduğu belirtilen mektubun bir örneğinin ekte gönderildiği yazıyor ancak bu ek mevcut değil.
Yeni Delhi'den gönderilmiş ikinci mektup, 19 Eylül 1961 tarihli ve "Aziz Kardeşim İsmail Bey" hitabıyla başlıyor. Bu mektupta Türkeş, MBK'dan tasiyelerinden, Mendereslerin idamına karşı olduğundan ve idamlarından duyduğu üzüntüden ve İsmet İnönü ile ilgili olumsuz fikirlerinden söz ediyor.
Üçüncü mektup, "Muhterem Raif Bey Kardeşim" hitabıyla ve el yazısıyla yazılmış olup Brükselden gönderilmiş.
Dördüncü mektup, yine Yeni Delhi'den ve yine Raif Bey'e gönderilmiş. Türkeş bu mektubunda Türkiye'den aldığı haberlerle ilgili yorumlar yapıyor, Kıbrıs olaylarına değiniyor ve hatıralarını yazdığından söz ediyor.